Bartın Yalı Boyun'da.

Bartın Yalı Boyun'da.

Bartın Yalı Boyun'da.  aslında amacım, bir zamanlar
gözüküp kaybolan yıldızlar gibi, kayıp bir dönemin hatırasını yaşatmak. Dünyada neredeyse her sene
büyük âfâta neden olan tufan ve hortumlar ortalığı silip süpürürken insanoğlu dünyayı yeniden inşa
etme uğraşısından hiç vazgeçmemiştir. Yuvaları birçok kez bozulan kırmızı karıncaların, kayıplarına
rağmen bitmek tükenmek bilmeyen azimleriyle barınaklarını her defasında yeniden kurma
çabalarında bulunmaları gibi bir şey bu. Öküz arabaları geri gelebilir… Öyle düşünüyorum. Yeryüzünde savaşlar, teknolojik yenilikler, yararcılık, benmerkezci ahlak anlayışı yüz yıllardır bizi bir taraftan
kan ve gözyaşına boğulmuş olarak ve diğer taraftan şeffaf ve serinletici, başımızı gökyüzüne değdiren
bir hafiflik ve esenlikle döndürürken “öküz arabası da neyin nesi oluyor?” demeyin lütfen…
Öküz arabası, on dokuzuncu yüzyılın teknoloji simgesi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında giderek
silikleşti ve yok oldu. Yirmi birinci yüzyılın başında onu fotoğraflarda ve müzelerde görüyoruz.
Nostaljik hikâyelerini okuyoruz. Aslında okuduğumuz, en az yüzyıldır şiddetle esen ve saate 1000 km
hızla, saydam havanın şeffaflığında ve küresel büyüklükte döndüğü için fark edemediğimiz kıyamet
hortumu… Bilim adamları kıyamete “daha üç milyar yıl var” diye tarih biçmişler. Bu hızla gidersek o
mesafeyi üç milyon yıldan daha kısa sürede aşmamız işten bile değil…
Elli altmış yıl önce arabacı zanaatkârları vardı. Şu zanaatkâr kelimesi… Üniversite yıllarında iken bu
kelime hep canımı sıkmıştır. Kendi kendime “Niçin sanatçı, sanatkâr demiyoruz?” derdim. Zanaat’ın
kendisi ve zanaat erbabı kalmayınca bu terimi ve ilineklerini anlamamız zorlaşıyor. İlkokulu bitirdikten
sonra uzunca bir süre Lüleburgaz’da yaşadım. Çarşıya yakın bir yerde, üç yol ağzının tam karşısındaki
geniş alanda büyük bir arabacı dükkânı vardı. Orada arabacı zanaatkârları çalışırlardı. Dükkânın sahibi
baş usta, baş zanaatkârdı. Dükkânda çalışan herkes ona yardım eder, onun isteklerini yerine
getirirlerdi. Sahibi, dükkânın işçisiydi. O da diğer işçiler gibi, belki onlardan daha fazla çalışırdı. Sekiz
on yaşlarında çocuktum. Ellerimi arkama bağlar, onları seyreder, dakikalarca ne yaptıklarını anlamaya
çalışırdım. En çok da, tekerleğe demir halka geçirilmesi ilgimi çekerdi. Arabacı dükkânı, bir yönüyle
marangozhane, bir yönüyle demirhane gibiydi. Çalışanların hepsinin önünde kalın deriden yapılmış
siyah önlükler bulunurdu. Ocakta kırmızı kor haline getirilen demir çember bu amaç için yapılmış, uç
tarafı yuvarlak mengenelerle dükkânın önündeki meydana getirilir, burada bulunan tekerleğin
çevresine geçirilirdi. Meydanda çember geçirilecek
tekerleğin oynamaması için betondan yapılmış yuvarlak
bir kalıp olurdu. Ağaç tekerlek bu kalıba sıkıca
tutturulduktan sonra hiç oynamazdı. Kırmızı kor haline
gelmiş çember tekerleğin çevresine nispeten kolay
girerdi. Fakat yine de arabacı ustası ve yardımcıları çok
uğraşırlardı. Bazen çemberi ikinci kez ısıtma gereği
duyarlardı. Çember tekerleğin çevresine girerken ağacı
yakar, koyu siyah bir duman çıkarırdı. Hoş bir yanık
kokusu kaplardı ortalığı. Çemberi tekerleğe geçirmek
için dört beş işçi birden çalışırdı. Ellerindeki mengeneler,
çekekler ve çekiçlerle çemberi zorla tekerleğin çevresine
sokmaya çalışırlardı. Sıcaklık, duman ve sıkı geçme
zorunluluğunun bulunması hepsini kan ter içinde
bırakırdı. Ateş ocağıyla dışarıdaki tekerlek kalıbı arasında mekik dokuduklarından hepsinin yüzleri,
üst-başları is ve karalar içindeydi. Kızgın çember tekerleğin çevresine geçtiğinde hepsinin yüzünü bir
sevinç kaplardı. Ellerinin tersiyle terlerini silerler, bir köşeye geçip otururlar, öylece tekerleğe
bakarlardı. Bu arada, benim de seyir zamanım dolmuş olurdu. 

YORUMLAR

    Bu konuya henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu sen yaz...

YORUM YAZ